Gecenin en koyu anıydı.

O güne kadar hissetmediğim ürkütücü sarsıntıya evde yakalandım.

Oturduğum koltuk sallanmaya başlamıştı. Koltuğun ayaklarında ağırlığımı taşıyamadığını düşündüm. Ama vaziyet hiçte öyle değildi, içinde olduğum iki katlı ev sallanmaya devam edince deprem olduğunu anladım, yürümeyi yeni öğrenen çocuklar gibi iki elimle halıya tutunduğumu hatırlıyorum.

Endişe ve çaresizlik.

Şaşkınlıktan ne yaptığımı bilmiyordum. Aklıma gelen tek şey şahadet ve tekbir getirmek oldu.

Sarsıntı durmuştu. Bir anda caddeleri, sokakları, hatta camileri insanlar doldurmuştu. Herkeste korku hakimdi.

Sabah olduğunda acı haberler gelmeye başladı. Marmara, altüst olmuştu.

Deprem, özellikle Yalova, Kocaeli ve Sakarya’yı yerle bir etmişti.

Acının merkezi Gölcük’tü, deniz adeta ilçenin kıyılarını yutmuştu. Zemin 4 metreye yakın çökmüştü.

***

Zelzelenin ikinci günü çalıştığım gazeteden aradılar, Yalova gitmemi söylediler. Bölgeye geldiğimde tarif edilmeyecek ceset kokusu adeta şehri istila etmişti.

Devlet mekanizmasını çalıştıran iktidar, hükümet ortalıkta yoktu. İnsanlar ne yaptığını bilemiyor, her tarafta ölü bedenler.

Halk, ellerinde kazma- kürek, tahta parçası ne bulduysa enkazın altında kalan yakınlarını, komşularını canlı çıkarma umuduyla kazıyordu.

Annesi, kız kardeşi ve onlarca komşu ölen bir kadının isyanı hala kulaklarımda çınlıyor, “Biz devleti, yaşadığımız bir felaket sırasında yanımıza geliyor, yaraları sarıyor sanıyorduk, öyle değilmiş. Bunu gördük. Kimse yok, yemek yok, su yok. İlaç yok.”

Bir başka deprem zede amca ise, “Kimseden yardım yok, devlet yok, asker yok” diyerek feryat ediyor, yumruklarını sıkıyordu.

Düşünsenize paramparça olmuş binaların enkazında cesetler çıkarılıyor, torbalara konuluyor ve gömülüyor. Kimlik tespiti yok, kayıt yok, kim kime dumduma!

Aradan 3 gün geçtikten sonra devlet ortaya çıkmıştı. Yaşanan hasarın büyüklüğünü anca kavrayabilmişti ama iş işten geçmişti. Antik demokratik bir şekilde kurdurulan Anasol-M Hükümeti ve o iktidarın Başbakanı Bülent Ecevit, yardımcıları Mesut Yılmaz ve Devlet Bahçeli’ye öfke çok büyüktü. Bu üç ismi tarihin nasıl yazacağını umarım tahmin ediyorsunuzdur. Şimdi olduğu gibi o zamanda havuz medyası, vatandaşın isyanını istenildiği gibi manşetlerine taşımıyor, emirle hareket ediyorlardı. Hele askerlere olan tepkiler asla dillendirilmiyordu.

Acıları, feryatları duyurmuyorlar, üç maymunu oynuyorlardı.

***

45 saniye süren, 7,6 olduğu belirtilen kıyamet provasının üzerinden 23 yıl geçti.

Resmi olmayan rakamlara göre ölenlerin sayısı 46 binden fazla, hala yakınlarına ulaşamayanlar var.

Hayatım boyunca unutamayacağım acılara şahit oldum. Sadece Yalova’da 300’den fazla ceset yıkadım. Kurtlanmış yüzlerce beden gördüm. Bir gece fakirleşenlerin gözyaşlarını tanık oldum. Afetin üzerinden 4 gün geçtikten sonra Gölcük’te, domino taşı gibi yan yatmış binanın enkazından sağ çıkarılanlar hala gözümün önünde.

Eli kolu bağlı oturmadım, her türlü baskıya, 28 Şubatçı generallerden emir alan bölgedeki yüksek türbeli subayların demokrasi dışı hareketlerine rağmen, özellikle Gölcük’te halkın örgütlü hareket etmesi için bazı meslektaşlarımla çaba sarf ettik.

Kızılay denilen yardım kuruluşunun, deprem bölgesine gönderdiği çadırlar ikinci dünya savaşından kalma ve kullanılmayacak kadar kötü olması, çürümüşlüğün diğer adıydı.

  1. sıcak yemek, giysi temini için duyarlı vatandaşların ortaya koydukları mücadele asla unutamam.

Yaklaşık çeyrek asır önce Marmara’da milletin sesini, acısını duymayan bir iktidar vardı.

Yakın tarihimizin en büyük yıkımlarından birisi olan 17 Ağustos 1999 kara gecesinin sabahında zihinlere "Sesimi Duyan Var mı?" çığlıkları kazındı.

Hatırlatmak gerekirse,

Krizlerin Başbakanı olarak anılan Ecevit, yardımcıları Mesut Yılmaz ve Devlet Bahçeli, halkın feryadını duymamalarının cezasını 2002’de sandığa gömülerek ödediler.

Milletin isyanına, feryadına, itirazına, tepkisine duyarlı olmak gerekir.