Banliyölerin eteklerinde akşam vaktinin hüzünlü bir çocuk yüzü gibi ışıldayan kızıllığı, hatıralar arasından parıldayan bir özlemin şarkısını söylerdi. 

Mesaisi bitenlerin pür telaş evlerine girişiyle, delikanlı bir sessizliğin aydınlık yüzü sıra sıra dizilmiş sitelerin, devasa plazaların, çeşit çeşit villaların camlarına vururdu.

Huzur, bir ceset gibi gömülü olduğu kaldırımların arasından ansızın diriliyor ve bir rüyanın peşine takılarak geçmiş zamanın büyüsüne karışırdı...

Gölgelerin yalnız ve ağlamaklı sesi, sokaklarda tembel tembel dolaşan loş ışıkların koluna girerek hicranlı bir şarkıyı mırıldarcasına gecenin zehirli karanlığı içerisinde kaybolup giderdi.

Karınca yuvası gibi kalabalık, arap saçı gibi karmaşık kent hayatından uzaktaydı belki ama insanı tüketen yoksulluğu vardı bu semtin. Yoksulluk dedimse öyle cepte kesede değil, hani ızdırabı ilmek ilmek işleyen, ölümü en gavur tarafıyla yaşatan yürekte olanı vardı yoksulluğun.

Sevgi, dilim dilim doğranıp yoksunluğun çöllerinde kurumaya terkedilir ve gecenin bile uykuya yattığı saatlerde sessiz sedasız ortaya çıkan hayaletlerin kapkara gölgeleri, giyotinle parçalanmış bu semtin ıssız sokaklarında insandan arta kalan boşluklara doğru içli içli dertlenerek volta atardı.

İnsandan öte ne varsa çil yavrusu gibi dağılıp giderdi. Semtin çocuklarının çalınmış düşleri; bitmek bilmeyen iş sohbetlerinin, pespaye sosyete dedikoduların, kapıları içeriden kapatılan evlerde belleğinden soyutlanmış kayıp yüzlerin arasından ileriye doğru uzanırdı daima. Uzanırdı uzanmasına ya her uzanışta gökyüzündeki boşluğu tutabilirlerdi ancak. 

Evleri çevreleyen yüksek duvarların ötesinde bekleyen taze toprak kokusuna hasret; sokağı gizleyen sisin ardında saklı karmaşık kelimelerinin soğuk taş parçalarına ızdırapla saplanışını görerek büyüyen çocuklar; yağmur sularıyla yıkanan sonbahar yapraklarının ölümsüzlüğe uzanan hikayesini dinleyememiş olmanın mührünü ömür boyu kalplerinde taşırlar....

Baharın rengarenk gelinliğini giyerek kırlarda salına salına gezinişini, kışın beyazlar içindeki damatlığıyla dağlara, tepelere, ucu bucağı olmayan bozkırlara doğru türküler söyleyişini dinleyemeden ömürlerinin bir çığ tanesi gibi toprağa düşüşünü izlerler...

İnsanın içindeki o orkestra; kabara, çoşa akarak dokunduğu her şeyi hiçbir ayrım gözetmeksizin bir bilinmezliğe doğru savuran sel suları gibi hızla akan zamanın, takvimler eskidikçe karizması daha da çizilen sanayi devrimi artığı şehirlerin, bir kasedin iki yüzüne de arda arda kaydedilmiş karanlık ve rutubetli ezgilerini çalardı bu semtlerde....

Ufkun öte yanında feleğin çarkları dönerken banliyodaki evlerde imdat çığlığı duyulmayan insanların seslerini yüreklerimizde hissederdik. Bir zaman sonra unutulmuşluğun cüzzamlı bir hasta gibi yaşamın içinden soyutladığı bu acınası insan portrelerinin içine işleyen sesi olmak çırpınırdık.

Herkese yetecek kadar uçsuz bucaksız olan ülkenin hiçbir şeyi yetiremeyen bu semtlerinde konuşamamanın kederli yüzünü nakışlarıyla örerdi..

Her şeye sahip olma duygusunun kabahati, insanın içinde kibirli bir firavun gibi büyür ardından apartmanların arasındaki boşluklardan tesadüfen geçen simitçi çocukların alınlarından dökülen ter damlalarına karışarak yumuşak rampalar boyunca sessiz sedasız uzaklaşırdı.

Dünyayı değiştiren bütün renkler, sesler, gülenler, ağlayanlar, umutla umutsuzluk arasındaki medcezirler,  ağaçlar, yapraklar, çiçekler, güzellikler, çirkinlikler banliyölerde yaşayan insanlar arasındaki mesafelerin ve bir türlü doldurulamayan boşlukların içerisinde siyah beyaz kokular gibi gezinirdi.

Olur da bu semtten kaçmayı başarabildin mi, yepyeni bir dünya mukaddes seccadesini sererdi sanki üzerine...’Hep’e olan tutkularımız ‘Hiç’in gölgesinde kaybolur, Korkunç bir muharebeden çıkmışçasına yorgun ruhlarımız, yalnızlığından yokuşundan çıkarak meçhul bir evrenin içerisine kasırga hızıyla savrulup giderdi.

Hakiki benliğimize doğru sarsılmaz bir emniyet içerisinde yaklaşırken sanki bir rüyadan uyanmışçasına soğuk soğuk terler dökerek kendi kabuğunu yetiştiren salyangozlar gibi kendi kaderimizi öre öre ruhumuzun içine çekilirdik.

Fecir saatlerinin esirgeyen ve bağışlayan ışıltısı; gül kuyusundan yükselen kurtuluş bestesine tutunarak insanlığı merhamete, cömertliğe, tevazuya, sevgiye, hoşgörüye davet ederdi bir zaman sonra...

Geçip giden zaman alınlarımıza keskin çizgiler kondurur,  ruhumuz ihtiyarlığın bilgeliğiyle ile yontulur,  onca yıl hayatın bütün güzelliklerini okşayan ellerimiz sonunda yorgun bir dal gibi kucağımıza düşerdi.

Heyhat! Hepimiz eninde sonunda bilinmezliğin bomboş odalarının pencere aralarından esen hakikatin rüzgarıyla yarı deli yarı akıllı düşlerimizi küçük bir çocuk gibi düşlerimizi düş yapan umudun kollarına bırakırdık.