Pencerenin pervazından sızan güneş kara gecelerin ardından gelen bir umut ışığıydı sanki.

İyisiyle kötüsüyle, eğrisiyle, doğrusuyla, varlığıyla, yokluğuyla onca mahlukatı sinesini açan şu cihanı sevince boğan bahar günleri benim odamı da şereflendirmiş ve günlerdir kalbimin derinliklerine kadar işleyen semavi kederlilik hali, gün ışığının huzurlu dokunuşlarıyla dağılıvermişti.

Dağları tepeleri yeşil bir örtü gibi kaplayan ağaçların nazenin bir şekilde sallanan dallarının arasından gülümseyen güneş alem için taptaze bir hayatı müjdeler de ben durur muydum hiç. İnsana neşe veren, yüreğini kıpır kıpır eden hangi mukaddes duygu varsa artık bende de vardı hissediyordum.

Bu kasvetli odayı dolduran iç karartıcı hüzün, derin bir matem yerini vahdetin sükununa bırakmıştı biliyordum.

Gözüme günler öncesinde sigara paketlerinin üzerine karaladığım mısralar ilişmişti ilk olarak:

Yağmur tanesiydim sonbahar yaprağında

Kırgın bir çocuk yüreğiydim

İki damla gözyaşıydım yalnız bir ihtiyarın

Bir çiçek açarken baharı özleyen düşlerime

Bir idam mahkumun son nefesiydim

Her şeyi darmadağınık bırakmıştım oysa. Ocağın üstünde demleyi unuttuğum çay, çoktan küf tutmuş yemekler, hayal ve gerçek arasında dağılıp giden ve bir türlü toplayamadığım düşüncelerim…Hepsi hepsi ilk kez bahar sevincini karşılayan odaya gelişi güzel sepitilmiş gibiydiler.

Ve ben nasıl oluyordu da bir boşluğun kıyısında yalnız ve sessiz bir şekilde ölümü beklerken, zaman zaman solan, zaman zaman ürperen vücudum bir anda yeniden doğmuş gibi dipdiri ve canlıydı.

Yaşam dedikleri şey olmalıydı bu evet. Yürek ferahlatan ‘zaman her şeyin ilacıdır’ sözünün tesiri olsa gerekti. O halde her şeyi evet her şeyi zamana bırakmalıydı.

Ne diyordum…

Gökten, dağdan, kırdan, bayırdan, çiçeklerden, böceklerden kalbime doğru akan bir musikiyi dinliyordum söz gelimi. Zihnimdeki karanlık düşüncelerin uçuşu, gama gömülmüş yüreğinin aydınlanması, hüznün ve teessüre elveda değişim; günden güne taze bir hayat kazandığımın, mutluluğun kalbimde yeniden parıldamaya ve nurlarını saçmaya başladığının ilk belirtileriydi.

Hayatımın üzerine hücum eden bu karanlık düşüncüler yavaş yavaş dağılmaya başladıkça kendi kendime:

-Bütün bu düşüncelerle mi günlerdir heba etmişim kendimi. Ne budala, ne deliymişim meğer diye sormadan edemiyordum.

Aşka, elemlere, mukadderata, hayata, ebebiyete başlangıç ve sona dair düşüncelerim yine yeniden yaşamın bembeyaz sayfalarına birer birer düşüyordu. Sonsuz bir ümit ve sevinçle ışıldayan kalbimden damlayan mürekkep geleceğe dair hayallerimi sil baştan yazarken yanımdan ayırmadığım vefalı bir dost gibiydi.

Bu mutluluk, bu yaşama coşkusu yeniden dağılıverir korkusuyla günlerce dışarı çıkmamış evin balkonunun yemyeşil dağlara, masmavi gökyüzüne bakan manzarasına karşı birkaç ay önce başladığım romanıma devam ediyordum. Kuş cıvıltıları en güzel aşk şarkılarının besteleri gibi ilham veriyordu da kelimeler zorlu bir yolculuğu aşmış gelmiş gibi sayfalarının üzerine büyük bir teslimiyetle kendilerini bırakıveriyorlardı.

Evimiz cumbalıydı bizim. Dedemlere dedesinden, demden de bize miras kaldı. Geçtiğimiz yıl paraya sıkışmıştık da borcu harcı kapatırız diye satmaya kalktılardı da bizimkiler, kavga kıyamet sattırmadıydım. Öyle ya hayata dair ilk düşüncelerimi, yazarlığımın ilk kelimelerini bu eskimeye yüz tutmuş evde mazinin şimdilerde silikleşmeye başlayan hatıraları arasında yazmıştım. Nasıl satılmasına göz yumabilirdim. İyi ki de satılmadı. Ben halen o eski zaman fısıltılarını dinliyorum bu evde. Mahalledeki o dostluğun, kardeşliğin, dayanışmanın kokusunu içime çekiyorum. Yıllarca ne bakkalı, ne berberi, ne manavı, ne tamirciyi, ne saatçiyi ve hatta ne de hırdavatçıyı değiştirmedim. Onlar bana ben onlara vefalıydım..

Oysa etrafa baktığımda her yer zevksizlik, kültürsüzlük katranıyla kirlenmiş bir halde. Hangi mimari dehadan (!) çıktığı belli olmayan adına plaza, gökdelen dedikleri yüksek katlı binalar, kontrolsüz göçle kalabalıklaşan mahalleler, caddeler, sokaklar ve trafikte artan araç sayısının insanı çıldırtan gürültüsü, köklü bir kültür ve sanat birikimiyle şekillenen medeniyet tasavvurunun kalbine saplanmış hançer gibi.

Yazık geleceğin nesillerine… Biz aksamasa damlayan kültür ve sanat mirasıyla iyi kötü avutuyoruz kendimizi. Bu mirasın içerisinde bizi hayata bağlayan düşünceleri, fikirleri kılı kırk yararak da olsa bulabiliyoruz. Halen yaşama sevincimizi besleyen, ruhumuzdaki o çocuksu coşkuyu, heyecanı besleyen yemyeşil doğamızın mis gibi kokusunu içimize çekebiliyoruz. Oysa gelecek nesiller. Onlar bu kadarını bile bulamayacaklar. Ve yaşamın içinde savunmasız bir çocuk gibi kalırken suçlusu onlar olmayacak.

En iyisi mi yazımızı Rus Ressam Alex Kanevsky’in şu satırlarıyla bitirelim:

Bir gün insan “virgül”ü kaybetti. O zaman zor cümlelerden korkar oldu ve basit ifadeler kullanmaya başladı. Cümleler basitleşince düşünceler de basitleşti.

Sonra “ünlem” işaretini kaybetti. Alçak bir sesle, ses tonunu değiştirmeden konuşmaya başladı. Artık ne bir şeye kızıyor ne de bir şeye seviniyordu. Hiçbir şey ondan en ufak bir heyecan uyandırmıyordu.

Bir süre sonra “soru işareti”ni kaybetti ve soru sormaz oldu. Hiçbir şey onu ilgilendirmiyordu: Ne evren ne dünya ne de kendi apartmanı umurundaydı.

Birkaç yıl sonra “iki nokta” işaretini kaybetti ve davranış nedenlerini başkalarına açıklamaktan vazgeçti.

Ömrünün sonuna doğru elinde sadece “tırnak işareti” kalmıştı. Kendine özgü tek düşüncesi yoktu. Yalnız başkalarının düşüncelerini tekrarlıyordu.

Düşünmeyi de unutunca son “nokta”ya ulaşmıştı…