Şair der ki;

Unutma! Dünya fani, bir misafirhânedir,

Dünyaya aldanan ya deli ya divânedir.

Ölümü unutturmak için gündemler oluşturuluyor. Unuttuğumuz zaman ölüm denilen olay gerçekleşmeyecek mi? Görmezlikten ve duymazlıktan gelmek İlâhî kudretin takdirini değiştirmez ki... Ölümü unutmakla ölüm asla ertelenmez ki...

“Vur patlasın, çal oynasın” felsefesi topluma hayat tarzı olarak kabul ettirildi. Toplum bunu öyle kabullendi ki; bununla kalplerin etrafına kurşundan duvarlar örüldü. Fizikî beden uyuştu. Öyle bir uyuşukluk tezahür etti ki, artık insanlara:

Ölüm ibret olmuyor,

Mezar ibret olmuyor,

Hapishane ibret olmuyor,

Hasta ibret olmuyor,

Hastane ibret olmuyor,

Mevsimler ibret olmuyor,

Açlık ibret olmuyor,

Zulüm ibret olmuyor,

Savaş ibret olmuyor,

İşsizlik ibret olmuyor,

Büyüğün küçüğü sevmemesi,

Küçüğün büyüğü saymaması ibret olmuyor,

Bereketsizlik ibret olmuyor,

Kuraklık ibret olmuyor,

Kazalar, belâlar, musibetler ibret olmuyor,

Olmuyor vesselâm olmuyor...

Her gün dünya sallanıyor var mı ibret alan?

Ülkemizde yüz binlerle ifade edilen cana, trilyonlarla açıklanan mala-mülke mâl olan depremlerden kaç kişi ibret aldı? Oysa ayağımıza takıldığı için, tökezlediğimiz için düşmemizin bile bizim için bir uyarı olması lâzım geldiğini sevgili Peygamberimiz Efendimiz (s.a.s) mübarek hadis-i şeriflerinde beyan ediyor.

Bütün karşılaştığımız olaylar bizim için birer ders olmalı, değil mi?..

Her neyse! İnsan, ölümü unutmamalı. Her şey bize ölümü hatırlatmalı. Ev denildi mi, hemen mezarı hatırlamalıyız. O evimiz dediğimiz yerler, aslında konaklama yerimizdir. Bir süre oralarda kalacağız. Ölüm ile de asıl evimize taşınmış olacağız. Onun için şimdiden mezarımızı iman ile, ihlâs ile, salih ameller ve ibadet ile süslemeliyiz. Konaklama yeri için bunca sıkıntı çekip asıl evimiz için ihmalkârlık yapmak ahmaklık olur.

Bu konuda bizden öncekilerin hâllerine bir bakalım:

Bir gün hanımlardan biri, Hz. Âişe (r.a.)’ye kalbinin katılığından şikayet etti. Hz. Âişe: “Ölümü çok hatırla, kalbin yumuşar” dedi.

O hanım da öyle yaptı. Kalbinin katılığı gitti.

Rebi bin Haysem (r.a.) Ashâb-ı Kirâm’dandır. Bu zat evinin altına bir mezar kazmıştı. Her gün o mezara birkaç defa girip yatardı. Böylece kalbinde ölüm endişesini tazelerdi. Sonra da: “Bir saat ölümü unutsam, kalbim kararıp bir çeşit oluyorum” derdi.

Ömer bin Abdulaziz bir kimseye:

“Ölümü çok hatırla. Çünkü sıkıntıda olursan, o sana teselli olur, nimet içinde olursan o nimetin şükrünü edâ eder dalâlete düşmezsin” derdi.

Hz. Ömer (r.a.) mührüne: “Ölüm sana nasihatcı olarak yeter” diye kazıtmıştı. Hatta ücret vererek kendisine ölümü hatırlatacak birini vazifelendirmişti.

Onların, unutmamak için çareler aradıkları ölümden ve neticesinden biz kaçmaya çalışıyoruz. Kurtulabilecek miyiz bakalım?

Ömer Hayyam’ın şu sözü ne kadar ibret verici:

Niceleri geldi. / Neler istediler. / Sonunda dünyayı / Bırakıp gittiler.

Sen hiç ölmeyecek / Gibisin, değil mi? / O gidenler de, / Senin gibi idiler...

Cinânî der ki;

Öğünme kendimin deyu bu âsiyâ ki mevt

Etmez çü nevbetin gele asla dakika fevt

Bu dünya değirmeni benim malımdır diye övünüp durma! Eğer nöbet sana gelmişse, ölüm bir dakika bile kaybetmeden seni de öğütüverir.

Yunus Emre’nin dediği gibi:

“Mal da yalan mülk de yalan/ Var biraz da sen oyalan.”

Malum, mülkün tamamı Allah’a aittir.

Fuzûlî de der ki;

Dehr bir bâzârdır herkes metâın arz eder

Ehl-i dünyâ sîm ü zer, ehl-i hüner fazl u kemâl

Dünya bir pazar yeridir, oraya herkes malını getirir, satar. Dünya işlerinden zevk alanlar altın, gümüş getirirler, ilim ve irfan sahipleri de fazilet ve olgunluklarını (getirirler).

Dünyada hayırlı ve hayırsız fiillerin tamamı kaydedilmektedir.

Selâm ve dua ile.