Politikacı oldum bittim mizaha karşı mesafeli olmuştur bu coğrafyada... Çünkü mizah her şeyden önce insanıdır... Sempatiktir. Güldürür, güldürürken düşündürür.. 

Politikacı için önemli olan insanı olmak değil iktidar olmaktır. İktidar olmak demek de güce sahip olmak demektir. 

Gücü ise kendilerine sunulmuş tanrısal bir lütuf olarak görürler. 

Dolayısıyla güç sahibi olan kişiye gülmek, güldürmek, mizah malzemesi olmak yakışmaz. O daima asık suratlı ve sert mizaçlıdır. 

Bunu güç sahibi olmanın ve otorite kurmanın olmazsa olmaz kuralı olduğunu düşünürler...

Sevgiden daha önemli olan bir şey varsa saygı duyulan olmaktır onların nazarında. Saygı duyulmak için de sevilmeye gerek yoktur. 

Otoriter ve ciddi olmak kâfidir..

Bulunduğumuz coğrafyada mizah çok kolay kabul gören bir şey değildir... Çünkü mizahı alaya alınmak, küçük düşürülmek şeklinde  olarak değerlendirirler ve  bunun halk nezdinde karizmatik lider profilini zedeleneceğine inanırlar.

Bunun ardında yatan nedeni yönetim biçimleri, iktidar anlayışı, otoriteye yüklenen anlamlar, güç sahibi olmaya duyulan özlem, liderlik anlayışı vs.. gibi bir sürü başlık altında açıklayabiliriz vesselam..

Söz gelimi İran’lı bir tasavvuf adamı olan Ebu’n-NecibSühreverdi'ninNehcu’s-Sülûk Fi Siyaseti’l Mülûk (Yönetenlerin Yönetimi) adlı eserinde yer alan şu satırlar yaşadığımız coğrafyada mizaha bakış açısını yansıtması bakımından oldukça değerlidir:  “Gerçekten şaka, kişiyi önemli işlerden alakor. Karşısına dikilen zor işleri unutturup sarpa sardırır. Heybet ve ağırbaşlılığı giderir. Edebin güzel etkilerini siler, aşağılık kişilere cüret verir. Şaka ilk önce şirin ve tatlı görünür, sonu ise düşmanlık ve kendini ele vermektir…Çok gülmek de çok şaka yapmak gibi zararlıdır, makbul değildir. Özellikle devlet başkanları ve devletin üst kademelerindeki görevli kişiler için çok gülmek münasip değildir. Zira çok gülmek, kişilerin heybet ve vakarlarını giderir, edebini azaltır.’’

Siyasetin mizahla ilişkisini anlattık peki halkımız mizaha nasıl bakıyordu dersiniz?

Tarih boyunca Türk toplumunda siyasal ve sosyo-kültürel farklılıkları dolayısıyla Batı'daki gibi bir mizah anlayışı gelişmese de halk, Nasrettin Hoca başta olmak üzere Bekri Mustafa ve Bektaşi fıkraları ile yaşama karşı alaycı ve öfkeli bir duruş sergilemekten de geri kalmamıştır.

Divan Edebiyatında da özellikle Nefi'nin ve Şeyhi'nin eserleri başta olmak üzere mizah ögesi taşıyan eserler de vardı.

Ülkemizde siyasal, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel sorunlara yönelik eleştirel bir bakış açısı geliştiren mizah anlayışı 20. YY ile birlikte gelişme göstermiş; Ömer Seyfettin ile başlayan sosyal eleştiri, Sabahattin Ali, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz gibi isimlerle anılan Marko Paşa dergisinde siyasal mizah anlayışına evrilecek; Gırgır dergisi ile birlikte toplumsal mizah anlayışı kitlesel bir hale geldi.

Günümüzde ise;

Eskiden tek tük de olsa mizaha yönelik siyasi hoşgörü gittikçe baskıya dönüşmeye başlamış ve başta karikatüristler olmak üzere mizah yazarları adeta kötü adam ilan edilmiştir.  
  
Şunu da söylemek lazım ki; mizahın varlığı politikacının çıkarınadır aslında. Çünkü siyaset kurumu hangi hatayı yaparsa yapsın bu hataların mizahi ve alaycı bir dille eleştirilmesi halkın öfkesini yumuşatacaktır. 

Hatırlarsanız vaktiyle ShowTv Ana Haber Bülteni'nin ardından Plastip Show vardı. Kenan Evren, Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Bülent Ecevit vs. Devrin önemli politikacılarının kuklaları yapılmıştı ve seslendirmelerle kuklalara hayat verilmiş bu sayede dönemin önemli olayları mizahı bir üslupla ekrana taşınmıştı.

Mizahi yönden eleştirilen olaylar politikacılara yönelik öfke patlamasına neden olabilecek kadar önemliydi fakat bu tarz mizahi tiplemeler sayesinde politikacı dahi bizlere sempatik geliyordu. Siyasetçinin hatasına değil oradaki komik görünüşüne odaklanılıyordu. Böylece mizah bizlere kırıp dökmeden de eleştiri olabileceğini öğretiyordu. Siyasetçi de bugüne oranla daha hoşgörülüydü.

Şurası bir gerçek mizahı siyasetin içerisinden çekip çıkardığımızdan beri sürekli bir gerilim atmosferinin içinde bulduk kendimizi. Tahammülsüzlük ve hoşgörüsüzlük arttı. Üstte yaşanan gerilim dili toplumun geneline yayıldı.

Toplumsal mizahın taşıyıcı unsurları yazar ve çizerler de sahneden el çektirilmeye başlayınca tebessüm etmeyi unutur hâle geldik.

Sözlerimizi merhum Şevket Rado'nun Güler Yüz adlı denemesinde yer alan şu satırlarla noktalayalım:

İkinci Cihan Harbi’nden önce, belki de Birinci Cihan Harbi’nin yarattığı ruh hâli yüzünden Avrupa’da bazı milletler çok az güldüklerini fark etmişlerdi. Âdeta neşe azalmış, insanlar fazlasıyla somurtur olmuşlardı. Bunun en çok Macarlar farkına varmışlar ve hatırımda kaldığına göre Budapeşte şehrinde insanlara gülmeyi öğreten bir mektep açmışlar. O zaman bu mektebe pek çok öğrenci yazılmış; özel olarak yetiştirilmiş hocalar gülmeyi ya öğrenmemiş veya unutmuş olan yaşlı başlı öğrencilerine hayatın türlü hadiseleri karşısında evlerinde, çalıştıkları yerlerde, kulüplerde, gazinolarda, hatta eğlence yerlerinde nasıl güleceklerini öğretmişler. O insanlar şimdi ne hâldedirler pek bilmiyoruz ama fi tarihinde insanları biraz olsun gülmeye alıştırmak için harcanan gayret herhâlde boşuna değildi. Nitekim Tagor filozof da kendi hususi mektebinde öğrencilerine günde bir saat gülmeyi, kahkahalarla gülmeyi değilse bile, gülümsemeyi belletiyordu. Japonlarda yüksek terbiye, en büyük matem günlerinde bile gülümsemeyi emreder. Kocası ölen bir Japon kadını ziyaretçilerini gülerek karşılamak zorundadır.

Kalın tebessümle...