Kapatılan Taraf Gazetesi'nde uzun yıllar genel yayın yönetmenliği görevinde bulunan gazeteci-yazar Ahmet Altan, hapis hayatının ardından, ilk kez bir programa çıkarak cezaevinde yazdığı üç kitap hakkında konuştu. Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nin YouTube yayınında Yasemin Çongar’ın sorularını yanıtladı, kitaplarından pasajlar okudu, cezaevindeki hayatına dair bilgiler verdi.

Altan, programa, “Ben ne zaman televizyonda konuşsam beni hapse atıyorlar. Şansımı bir daha denemek istedim” sözüyle başladı. Sunucu Çongar’ın “Hapishane hayatın nasıl geçti?” sorusuna Altan, “Hapishanede kendime iyi baktım. Hapishane o kadar da korkutucu değil. Bir motto var ya ‘Silivri soğuktur.’ Silivri hiç soğuk değil. Kaloriferleri harikulade yanıyor, yemekleri hiç fena değil. Avlusunda yürürsen spor da yaparsan öyle çok korkulacak, bütün hayatını bir korkunun içine hapsedeceğin, kendi kişiliğinden haysiyetinden vazgeçeceğin bir tehdit değil” yanıtını verdi.

Hapishanedeki en yaşlı kişi olduğunu kaydeden Altan, “Yanıma çocuklarım yaşındaki gençleri veriyorlardı. Ben onlara, ‘Biz buraya girdiğimiz gibi çıkmayacağız’ diyordum. ‘Biz buradan girdiğimizden daha iyi çıkacağız’ diyordum. Hapishaneye girdiğimden daha iyi çıktım oradan” dedi.

‘AĞIRLAŞTIRILMIŞ MÜEBBET’

Altan kitabının Fransa’da başta olmak üzere birçok ülkede ilgi görmesinden mutlu olduğunu belirterek, bunu kendisi için “şans” olarak niteledi. Altan, şöyle konuştu: “Yeryüzünün neresinde olursa olsun bir yazar ağırlaştırılmış müebbete mahkum edilirse, buna insanlar dönüp bakarlar. Ağırlaştırılmış müebbet dediğiniz şey idam. Yani sen ölmeyi hak edecek bir suç işledin diyorlar. Betonun içinde ölmek demek. Böyle bir şeye bir yazar mahkum olursa, dünyanın neresinde olursa olsun dönüp bakar. Ve baktılar. Benim elimde hapishanede yazdığım ve göstereceğim bir kitap vardı ve Türkiye yargısı gonga o kadar hızlı bastı ki dünya da döndü baktı.”

‘VİCDANLI OLMAK GEREKİYOR’

Ahmet Altan, Türkiye gibi ülkelerde yazarların önünde iki önemli soru olduğunu kaydederek, şöyle konuştu: “Şöyle bir çelişki var bizimki gibi ülkelerde yazarın hayatında: Senin elinde bir kalemin var, sesini çıkarma imkanın var. Ve insan acı çekiyor. İnsanlar işkence görüyor, aç kalıyor, sokaklarda öldürülüyor, zulme uğruyor, haksız yere hapse konuyor, sen bu kalemle bu insanlara yardım etmeye çalışacak mısın? Sen eğer bunları yaparsan zamanından ve belki hayatından bir şeyler kaybedeceksin. Yoksa sen ‘bunlar hayatın geçici kısmı, kalıcı olan edebiyattır’ deyip, bütün bunlara arkanı dönüp, edebiyatla ilgilenip sadece romanlarını denemelerini mi yazacaksın? Bu ciddi bir soru. İkinci ciddi soru benim için, bir yazar bunlardan hangisini tercih etmeli? Genellikle toplum birincisini tercih etmen gerektiğini söylüyor, ve diyor ki ‘sen bu kalemi senin çağında yaşayan ve zulme uğrayan insanlar için kullanmalısın.’ Bu mantıklı bir talep, vicdanlı bir talep. Ama başka bir şey daha var: O zaman kendi gerçek mesleğini yapamıyorsun.”

Altan’ın programda anlattıklarından öne çıkan başlıklar şöyle:

‘SİLİVRİ SOĞUK DEĞİL, TAVSİYE EDERİM’

“Mesela görüyorum, çok korkuyorlar. Bu kadar hapishaneden, acıdan korkmaları beni biraz utandırıyor. Her konuşacak olan adam konuşmuyor, çünkü ‘Silivri soğuk’muş. Bir daha söylüyorum, Silivri soğuk değil. Eğer o kadar korkuyorsanız başka bir neden bulun. Kaloriferler çok yanıyor, yemekleri çok iyi. Tavsiye ederim yani.”

‘BİR DAHA DA GİRERİM’

“Şartlar kötü olabilir. Ve bu şartları da değiştirmeye senin gücün yetmiyor şu sırada. İstediğin kadar git şikayet et. Şartları değiştiremezsin ama değiştirebileceğin şeyler var. Kendi davranışların. Konuşursun, yazarsın, bir şey söylersin. Korkmayı bu kadar sıradanlaştıramazsın. Korkmak, bu kadar sıradan, bu kadar rahatlıkla kabul edeceğimiz bir şey değil bence. Ben mesela şu lafa tahammül edemiyorum: Yargıçlar adil karar veremiyorlar, niye, çünkü başka yere tayin olmaktan korkuyorlarmış. Bu adamı öfkelendirir. Sen başka yere tayin olmaktan korkan bir adamsan, yargıç olma. Korktuğun için başkasının hayatını mahveden bir karar veriyorsun. Korkunun bu derece utanç verici bir mazeret olmasını nasıl kabul ediyorsunuz? Ben etmem. Ben etmem. Hapishaneye girdim, çıktım, bir daha da girerim. Etmem, utanç vericidir bir insan için. Bir herif bir yerden bir yere tayin olmaktan korkuyor diye binlerce insanın hayatını mahvediyor, ve o tayin olma korkusu da çok haklı bir mazeret olarak kabul görüyor. E insaf! Tabii ki memleketiniz böyle olur.”

‘O KADAR KORKACAK BİR ŞEY YOK’

“Bir kötü insan yazmak istiyorum aslında. Kötü, gerçekten insanlara kötülük yapan, elinde güç olan ve kötülük yapan birilerini yazmak istiyorum. O da çok ilgimi çekiyor. Korkan birini anlıyorum. Ben insanların korkmasına karşı da değilim. Tabii ki korku çok insani bir şey ama söylemek istediğim şey şu: Bu övünülecek bir şey değil. Bunu bir yargıç mazereti haline getirmeyin. Korkuyorsanız korkun da korkuyu bu kadar sıradanlaştırmayın. Neredeyse övünülecek bir şey. Biraz da korkmamayı dene. Korkmayan adamlar da var. Hep korkmayan adamlar olmasını istiyorsunuz, e sen de korkma. Sen de korkma. Neden korkuyorsun? O kadar da korkacak bir şey yok. Girdim yatım çıktım, bir daha girdim yattım çıktım, bir daha girip yatıp çıkarım.”

‘BENİ HAPİSHANEYE KOYDULAR AMA BEN ORDA DURMADIM’

“Beni hapishaneye koyamadılar. Koydular, ben orda durmadım. Gelip gece 4’te delikler var, bakıyorlar, ben orda otuyorum. Ama orda değilim. Bu çok harikulade bir duygu. Sonra kendimi yakalayıp tekrar hapishaneye döndüğümde, kendime gülüyordum.”

‘BİZİ ALIP AŞAĞI GÖTÜRDÜLER’

Altan sözlerini şöyle sürdürdü, “Mahkemeye çıkardılar bizi. Yargıçların cübbeleri var, böyle kürsüleri var, sadece tayin olmaktan korkuyorlar, her şeyleri var ama. Dediler ki ‘karar vereceğiz’ Karar vereceği şey senin hayatın. Bizi alıp aşağı götürdüler geniş kafesli bir nezarethane. Birlikte yargılandığımız çocuklar var, Yargıtay gerçi kararlarını bozdu ama onlar hala çıkmadılar. Darbe yapmaktan suçlanıyoruz, düşünebiliyor musun? Orda volta atıyoruz, Mehmet Altan’ın Marksist-Liberal diye bir kavramı var, biraz onun üzerine konuştuk.

Yakup vardı, çok hoş bir adamdır. Birlikte yargılandık, orda tanıştık. Tam bir laz. Ona dedim ki ‘hadi sen bize bir Karadeniz’i anlat. Kaderimiz hakkında bir karar veriliyor, o bize biraz Karadeniz’i anlattı. Çok eğlenceli de bir şey anlattı. Bir idam hükmünü beklerken aşağıda neler olduğunu kimse çok kolay bilmez. Çok kolay dinlenecek bir hikaye de değil. Ama bu Yakup’un anlattığı bir hikaye. Hikayeyi çok sevdim, çok hayat dersi de çıkarttım ondan. Dört tane kardeş var, babalarının bir tarlası var, dört parsel, bunlardan bir tanesinde de ev var. Diyorlar ki bunu nasıl pay edeceğiz, kim hangi parseli alacak? Kura çekelim diyorlar. Kura çekiyorlar, büyük abi diyor ki olmadı. Peki, bir daha çekelim abi diyorlar. Bir daha çekiyorlar, büyük abi yine diyor ki olmadı. Bir tane daha son diyorlar, büyük abi diyor ki olmadı. Abi ne zaman olacak diyorlar? Diyor ki içine ev olan parsel bana çıktığında tam olacak. Yakup bize bunu idamı beklerken anlattı.”

‘BANA YER AÇTILAR’

“Ben yazıyordum, diğer arkadaşlar da Fenerbahçe maçını seyrediyordu. Hücrelerde bir metrekarelik bir beyaz masa var. Hücrenin merkezi orası zaten. Üç tane de plastik sandalye var, üç kişi orada oturuyoruz. Karşıda da bir televizyon, şurada da bir evye, mutfak, orda tuvalet ve banyo, bir arada. Ama şunu söyleyeyim: Birlikte kaldığım insanlar, hemen hemen hepsi, gerçekten olağanüstü yardım ettiler. Mesela bazıları ben yazarken yataklarına çekiliyorlardı, beni rahatsız etmemek için. Çünkü bir de ben sigara içiyorum. Onlar sigara içmiyorlar ve içmedikleri gibi sigaradan çok rahatsız oluyorlar. Ben yazmaya başladığım çok sigara içiyorum. Bir hücrenin içindeyiz, onlar için korkunç. Ve bundan hiç yakınmadan, dumandan yataklarına kaçarak bana yer açtılar. Çok da şikayet etmemeliyim, ayıp olur. Onların durumu benimkinden daha zordu. Ben yazı yazarken unutuyorum. Bazen bana kahve yapıp getiriyorlardı. O masanın üstünde, yazacaksan her yerde yazarsın. Kağıt alıyorsun, kalem alıyorsun, yazıyorsun.”

‘HİÇBİR ŞYE İÇİN KESİN KUNUŞAMAYIZ’

“Kitaplar neden Türkçe basılmadı?” sorusuna Altan şöyle cevap verdi: “Bana mı soruyorsun? Bir kitabın basılması için karar verici olan yazar değil. Ben yazıyorum, basmak için basacak olanakları olan birisi lazım. Everest bunu basmak istiyor. Ama Türkiye’deyiz, hiçbir şey için çok kesin konuşamayız. Denemeleri basmak istiyor, herhalde basar. Ama şunu da söyleyeyim: Her yazar kitabının yazıldığı dilde çıkmasını ister. Burası benim ülkem. Eğer basılmıyorsa bu yazardan değildir. Kimse gelip bana basayım demedi, ben de bas demedim. Çünkü bas dersen ve o adam korkarsa, ya da kadın korkarsa durduk yerde onları korkak durumuna düşürmek istemedim. Korkmuyorsa zaten gelip söyleyecektir. Ne zaman yayıncılar kapımı çalmaktan çekinmişlerdir ki? Olur mu yani, ‘kendisi basmıyor.’ Ha bu çok fiyakalı bir şey, onu söyleyeyim. Senin ülkende kitabını basmıyorlar, ama dünyada büyük bir sükse yapıyorsun. Bu yazar açısından çok fiyakalı. Şu manaya geliyor: Sen beni yok sayarsan ben de seni yok sayarım ve benim hayatımdan bir şey eksilmez, ben dünyada var olabiliyorum. Ayrıca şu da çok tuhaf: Türkiye’yle dünya bu kadar çelişir mi? Kendi ülkemde kitaplarım basılmıyor, ama dünyada çok büyük alkış alıyor. Böyle büyük çelişki olur mu? Türkiye insanı kendinden kuşkuya düşürür. Kendi ülkemde kitabımın çıkmasına nasıl karşı çıkarım ki birisi basmak için geldiğinde. Ciddi oturaklı bir müessese, tabi ki bastırırdım. Bana kibirli diyorlar. Büyük ihtimalle de kibirliyim, ama ülkemde kitap bastırmayacak kadar değil. Ülken iyi ya da kötü, insan ülkesini sever. Hatta bazen maalesef demek zorunda kalırız.”

HAPİSHANEDE ÜÇ KİTAP OKUYUCUYLA BULUŞTU

Ahmet Altan, 10 Eylül 2016’dan 14 Nisan 2021’e kadar tam dört buçuk yıl, zaman içinde birçok kez değişen iddialar, verilen ve bozulan mahkeme kararlarıyla özgürlüğünden mahrum kalmıştı. Altan cezaevindeyken üç kitap yazdı. İlki, on dokuz denemeden oluşan ve otuza yakın ülkede yayımlanan, Ahmet Altan’a birçok ülkede ödül getiren Dünyayı Bir Daha Görmeyeceğim, ikincisi günümüz Türkiyesi’nde geçen bir roman olan Hayat Hanım, üçüncüsü ise Altan’ın son rötuşlarını bu yaz tamamladığı, yirminci yüzyıl başında Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanmış gerçek bir olaydan esinlenen Zarlar.

Editör: Haber Merkezi