Nemli ve yapışkan sıcak bazen anlamsız bir sıkıntıyla daraltıveriyor yüreğimi.

Gölgedeki tenteli bir bahçe salıncağını bile düşleyemiyorum sözgelimi..

Hayatın çizgileri arasından bakıyorum. İçi çekilmiş bir ruh gibi boşluk var durduğum yerde. Sadece ardımı görebiliyorum.

Ardımda daha arkaları görebildiğim başka boş duruşlar dizilmiş. Tüm ahali kendi hard diskinde çilesini dolduruyor mesela..

Bir iki volta atıyorum iç çeke çeke... Sonra ansızın, çocukluğumun ılık sonbahar sabahları gelip geçiyor hayallerimin arasından...

Ağır sisi delip duran güneşin zayıf ışıkları, eşiklere sinen ağlamaklı kediler, simitçi çocukların daha açılmamış çatlayan sesleri.

Geceden yağmış yağmurun yokuştan aşağıya sürüklediği kayırların, küçük çakılların, onlara takılıp kalmış yaprak ve naylon parçalarının yığıntıları.

Sokak lambaları ne kadar yorgun, boyunları bükük uykuya dalmışlar. Gecenin bütün yükünü taşımak kolay mı?

Pencerelerden sarkan sarı ışıklara ve hatta, soğuğa direnip meyva veren muşmulaya kadar her şey ya özlediğim, yokluğunu hissettiğim bir şeyleri çağrıştırıyor, ya da tırmalıyor yüreciğimi.

Üstad Van Gogh'u sağlığında anlamayan Hollandalıyı da, Blues müziğin babası sayılan Muddy Waters'a ihtiyarlık günlerinde boyacılık yaptıran Amerikalıyı da, Camille Claudel'i tırlattırıp tımarhaneye kapattırtan Fransızı da sevmiyorum!

Ah, o muhteşem Mozart! Onu bile o genç yaşında fakrü zaruret içinde helâk eden Avusturya-Macaristan İmparatorluğu mu Sırp Sındığı mı, Trafalgar mı, hangisiyse, o memlekete de illet oluyorum!

Siyasete olan meyilimiz eskisi gibi olmasa da üniversitelerinde her türden dinsel simgenin boy gösterdiği, Katolik öğrenci birliklerinin Paris'in ortasında, Champs-Elysée'de kamp kurduğu, binlerce özel yurt oluşturduğu Jakoben Cumhuriyet Fransa'sını şeytanın gör dediği zamanlarda hatırlıyorum bir an...

Kısacık hayatlarımızda birbirimizi yormaktan, yıpratmaktan ve hatta yok etmekten çekinmeden yaşarken, sonrasında her şeyi olduğu gibi ortada bırakıp gidecek olmanın bile insanı kötülük yapmaktan alıkoyamamasının gelişmemişliğimizin başka bir acıklı durumu olduğunu da düşünüyor tekrar kızıyorum....

Sevginin mandalina gibi dilim dilim bölünemeyeceğini, lütuf gibi sadece egomuzu tatmin edenlere sunulamayacağını, pazarlık ve değiş tokuş konusu yapılamayacağını, sevginin bir tüketim ve eğlence nesnesi değil, bir bilinç hali olduğunu, gerçekten sevebilmenin her şeyi sevmekle mümkün olabileceğini anlayabilmemiz için illâ saçlarımızın ağarması mı gerekiyor diye kendi kendime söylenip duruyorum çaresiz...

Sonra ruhumun delişmenliğine kapılıp uzaklarda çok uzaklarda hayallerimin derinliklerinde gömülüp kalmış sevdiğime birkaç mısra şiir yazıyorum...

Sen yoksan geceyim
Kışım, şiddetli poyrazım, sağanak yağışım...
Alçak basıncım, deprem sonrasıyım...
Şubatın otuzuyum sen yoksan....
Sen varsan günlük, güneşlik....
Baharın ilk günüyüm...
Çiçeklerin süslediği bahçeyim...
Sıcak yaz günlerinde masmavi gökyüzüyüm...

Anlıyorum ki; gelip geçen zamana öykünmek marifet değil, asıl marifet yarınlardan umudunu kesmemekte deyip son satırlarımı yazıyorum:

Sarmışsa etrafını dertten duvarlar; bil ki bu da geçer Ya Hû!

Dertlerin kalbinde en onulmaz yaralar açmışsa; unutma ki bu da geçer Ya Hû!

İçinden çıkılmaz sokaklarda mahrum kalıp gözyaşı döküyorsan eğer; hatırla ki bu da geçer Ya Hû!