Bulmaya geç kalmışlıkla, en azından bulmuş olma sevinci arasındaki şaşkınlığıyla gözleri dolarak anlatıyordu;

“ Hep bizi zorlayan olay ya da kişilerle ilgili kendimize dönmemiz gerektiği ,o durumun bize, bizde olan bir aksaklığı öğretmeye çalıştığı söylenir. Nasıl derdim, ben gereken her şeyi yapıyorum. Ama gördüm. Yıllar sonra yüreğim yanarak gördüm.”

Elif, zıt karakterde iki çocukla büyüme şansına sahip bir anneydi. Bir oğlu ve bir kızı vardı. Teoman ve Ceylan…

Teoman onu en zorlayandı. Ceylan ise kültürümüze, öğrendiklerimize uyumlu ya da kolaylıkla uyumlanan bir çocuktu.

Teoman’ın zaman zaman yaşadığı öfke nöbetleri sadece evi değil, yüreklerini, benliklerini yıkar geçerdi. Ağır depresyonlarla geçen süreç çok zordu, çok yorucuydu. Anlaşamazlardı da…

Elif de nihayet sormaya başladı. ”Burada görmem gereken nedir? ” Yüreğini yakan “Yargısız şefkat” cevabı ise tam bir dönüm noktası oldu.

Her çocuk kendi doğasında, kendi özellikleriyle, kendi yetenekleriyle dünyaya gelirmiş. Bize benzemek zorunda olmamasına rağmen benzeyeni kabul etmek kolay, benzemeyeni ise kendimize benzetmeye çalışmamızmış asıl yorucu olan. Etiketi önce ailede koyarmışız.

Şikayet eder dert yanarmışız. Şayet tüm çabalarımızla istediğimiz kıvama getirebilirsek gizli zafer naraları atılırmış içimizde, başarmışlığın kendimizce haklı gururuyla...

Çocuğun içinde ölenleri bilmeden...

Bizim gibi olanları saygılı, akıllı diyerek onure ederken diğerleri kalırmış kenarda. Oysa ki onların tek ihtiyacı yargısız şefkatle kabul görmek ve şartsız sevgiymiş…

Annelik de bunu gerektirmez mi aslında…

               

Sonra neler olur peki?

Sindirmeyi başardıklarımız ilerleyen hayatlarında eşleri, arkadaşları, patronları, çocukları tarafından kabul görmek ve onaylanmak için kolay manipüle edilen ve kendilerinden vazgeçenler olurlar. Otoriteye boyun eğmek görevdir onlar için. Boylarından büyük yüklerin altına girip her şeyi yapmaya çalışıp istisnasız yok sayılan bireyler olurlar. Verdiklerinin karşılığını alıp almamaları değil sadece kabul görmektir önemli kıldıkları. Günün sonunda ise herkese yetişip kendine geç kalanlardır. Sindiremediklerimiz ise kendisi olmak adına güçlü, gerekirse toplumdan uzak ama inandıkları uğurda dünyayı karşılarına alacak cesaretle anlamlarını bulmaya çalışırlar. Bir tarafları, sevgi ve onaydan mahrum çocukluklarında asılı kalsa da onlar da büyür...

Bu duruma kitlesel boyutta baktığımızda ise toplumun büyük yüzdesidir. Sıkça duyduğumuz ötekileştirme, diktatörlük, koyun gibi millet diye şikayetler…Peki şikayet ettiğimiz durumlar bizim yüzümüze neyi haykırmaya çalışıyor olabilir acaba?

Ötekileştirmeyi en çekirdekten biz başlatmıyor muyuz? Bizim gibi düşünmeyen, davranmayan, yaşamayan çocuğumuzu başta olmak üzere komşumuzu, arkadaşımızı ve daha nicelerini yargılayarak ötekileştirmiyor muyuz? Peki ya hayatınızda asla sorgulamadığınız, sorgulatmadığınız kimdi? Nerelerde güdüldünüz nerelerde gütmeyi seçtiniz? Şikayetlerimiz içlerimizde pişirdiğimiz yargıların kollektiften yükselen dumanları olabilir mi?

Bu iki uçta yitirilmeyen nesiller için;

Şimdi şu anda yargısız şefkati alıp kabul etmeyi seçebilir misiniz lütfen?

Halen nefes alıyorsanız her şey için zamanınız var demektir!