Kış aylarında gelen komşularla, iki katlı evimizin giriş katında bulunan, günlük oturduğumuz oda hiç boş kalmazdı.

Koyu muhabbetler edilir, soba üstünde pişen kestane kokusu odanın her yanına yayılır, sohbetlere daha da lezzet katardı. Hava erken kararır; daha yenice her eve bağlanan elektrik, odayı tek ampulle aydınlatır ve bu ortamda içilen çayların keyfine doyum olmazdı.

Akşam yemeğinden sonra, yan komşumuz Bahriye Nine bize gelir, sobanın başına kedi gibi büzüşerek otururdu. Çoğunlukla da uyurdu o sıcaklıkta. Bazen eskileri anlatır, onu can kulağıyla dinlerdik.

Henüz ilkokul yıllarımdı. Her şeyi kavrayamasam da sohbetleri dinlemekten oldukça keyif alırdım. Annem, babam sevilen insanlardı. Hele babam; başından geçen olayları anlatır, gelenleri oldukça neşelendirirdi. Gündüzleri annem bir yere gideceği zaman, kapıyı sadece çekmekle yetinirdi. Şimdiki gibi kapılar çelik değil ve pencerelerde de demir yoktu. Hele de birinci kat… Adım at içeri gir! O kadar alçak ve yalnızca camdı. Pimapen gibi türlerin adı bile yoktu henüz hiçbir yerde.

Herkes birbirine güvenir, söz verildi mi yerine getirilirdi. Erkek ve kız çocuklar birlikte oynardık. Kimsenin aklına kötülük gelmezdi ki…

Misafir ağırlamak çok önemliydi. Fazla gelişmemiş bir ilçede yaşadığımızdan, hemen herkes birbirini tanırdı. Yüksek katlı apartmanlar yok denecek kadar azdı. Sayısı birkaçı geçmeyen, dört ya da beş katlı evler de vardı. Henüz yeni yeni giriyordu toplum hayatına çok katlı evler ilçede.

Bir arkadaşımın evine gitmiştim bir gün. Bana beşinci kattaki teras bölümünü gezdiriyordu. O an sandım ki, ilçeye gökyüzünden bakıyorum… Çok acayip gelmişti çocuk halimle şehre ve insanlara yukardan bakmak. Bilemezdim ilerde bunu kanıksayacağımı tabii ki. Hayran olmuş duygularla ayrılmıştım evden.

Komşular arasındaki borç alışverişleri, zamanında ödemelerle karşılıklı güvenleri tazelerdi. Dostlukların yenilenmesiydi aynı zamanda bu durum.

Yıllar geçmiş, yetişkin olmuştum. Memleketimden ayrı bir şehirde yaşamaya başlamıştım artık. Yüksek katlı binalar çoktu; ama o küçücük ilçemdeki içtenlik yoktu ne yazık ki. Yaşam bir fabrikanın işleyişi gibiydi. İnsanlar düzene ayak uydurmuş gibiydi üstelik.

Zamanla ve şehri tanıdıkça, kendime göre bir çevre edinmeye başlamıştım. Çevre ediniyordum; ama herkesle de dost olunamıyordu. Huylar, yaşama tarzları çok değişikti. Güven duygusu için iyi irdelemek, iyi tanımak gerekiyordu insanları.

Bir gün, aynı semtte oturmasak bile, bir kadınla tanışmıştım. İyi huylu ve çok içten gelmişti bana. Eşinden ayrıldığı için yalnız yaşıyordu. Bu nedenle daha sık görüşmeye başlamıştım. İki yalnız kadındık çünkü. Bir süre geçince ve birbirimizle sıkça görüşünce; iki yakın arkadaş, hatta dost olmuştuk. Hani “Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi” derler ya; o tür bir dostluk işte…

Birbirimizin evinde kalabiliyorduk. Yetişkin kızından başka da kimsesi yoktu. Ben ise tek başımaydım. Lokmalarımızı bile paylaşabileceğimiz bir düzeydeydi artık arkadaşlığımız.

Bir zaman sonra bayan arkadaşım evlendi. Haliyle eskisi gibi onlarda kalma durumum da ortadan kalkmıştı. İlk zamanlarda ki kadar sık olmasa da yine birbirimize gelip gidiyorduk. Eşi iyi biriydi. Onun adına çok seviniyordum. Gerçi ben, hiç kimseye “Kötü” demeyen, herkesle çabuk kaynaşan, hemen inanıp güvenen bir yapıya sahiptim. İnsanların yalan söylediklerini düşünmez, aklımı o tür şeylerle yormazdım.

Güzel zamanlar geçiriyorduk. Arkadaşım çok pratik ve hamarat bir kadındı. Güzel yemekler yapar, temizliğine çok dikkat ederdi. Bana oturmaya geldiklerinde bile yemekleri bir çırpıda o pişirir, bana da takılırdı. “Uyuşuk! Sana kalsa açlıktan ölürüz!” derdi. Gülüşürdük…

Bir ikindi zamanıydı. Arkadaşım eşiyle çat kapı evime geldi. Biraz telaşlı, biraz neşeli, karışık duygularla dolu bir durumdalardı. Düşünmüş; çözememiştim sebebini. Hal hatır sorma faslı bittikten sonra, “Hayırdır? Sizde bir hal var gibi” dedim. Melehat bir süre düşünüp sessiz kaldı. Kısa süre sonra lafa girdi, eliyle eşini işaret ederek.

-Biliyorsun Mustafa otobüs şoförlüğü yapıyor.

-Ne olmuş yapıyorsa ki? Kötü bir şey mi?

-Arabistan’a hacıları götürecek.

-Eee! Ne var bunda? İlk kez mi bir yere gidiyor ki?

-Yok, gidiyor da bir sıkıntımız var.

Merakla yüzlerine bakmaya başladım. Lafın sonunu bekliyordum. O devam etti konuşmaya…

-Arabistan’dan bir şeyler alıp burada satmak istiyor.

-Ne güzel işte!

-Güzel tabii…

Sustu bir süre önüne bakarak. Meraklanmıştım. Sorularıma devam ettim.

-Sorun ne?

Sıkılgan bir tavrı gözümden kaçmamıştı. Çünkü; yutkunarak konuşuyordu.

-İşte, nasıl desem… Nakit sıkıntımız var, diyerek açıklamaya çalışıyordu.

Aceleyle, bir an önce “Söyleyeyim de kurtulayım” düşüncesi içinde ezile büzüle konuşmaya devam etti.

-Biz de sen bir çözüm bulursun ümidiyle sana geldik.

Bunu dedi ve derin bir nefes aldı. Sanki söyleyince üzerinden büyük bir yük kalkmış gibi rahatlamıştı. Yüzüne biraz da vereceğim cevaptan emin olmamanın tedirginlik ifadesi yerleşmişti. Mustafa abi utangaç yüzünü saklamak istercesine başı önünde yere bakıyor henüz konuşmaya katılmadan dinliyordu. Mahcub olduğu gayet aşikardı. Ben de hiç beklemediğim bir durumla karşı karşıya kalmış, ne diyeceğimi bilemez halde susup yüzlerine bakıyordum. İçimden " İyi güzel gelmesine geldiniz de benim birikmiş param yoktu ki." Be hem böyle düşünmüş hem de sesli olarak onlara düşüncemi söylemiştim.

-İyi de benim birikmiş param yok ki…

-Hani, bileziklerin var ya. Üçünü versen yetecek. Dönüşte aldıklarını satınca öder hemen. Kuyumcuda tarttırıp kaç gram geliyorsa aynı şekilde geri ödeyecek.

Şaşkındım; ama sözlerini ikiletmeden, üç bileziğimi de hiç düşünmeden verdim. Sevinçle teşekkür ettiler. Uzun zamandır evlerinde yer içer, birçok sırrımızı paylaşır, beraber gezer tozardık. Böyle bir durumda “Olmaz” demenin manası yoktu zaten.

Aradan oldukça uzun bir zaman geçti. Arabistan’dan bana kadife bir kumaş da hediye getirdi arkadaşımın kocası. “Az daha zaman, az daha zaman” derken, tam bir yıl geçti. Artık “Nasıl söylesem?” diye düşünmeye başlamıştım. Onlardan, benim bileziklere dair hiç ses çıkmıyordu. Sonunda lafı biraz açtım. Bilindik mazeretler söylemeye başladı arkadaşım. İşte “Satıldı, satılmadı getirdikleri. İşler bozuldu” gibi.

Sürekli aynı mazeretler sıralanmaya devam edildi. Sonunda, belki de hayatımın sonuna kadar hiç unutamayacağım lafını söyledi bunca yıllık arkadaşım.

-Ya bana mı verdin bileziklerini? Kocama verdin! Git ondan iste!

Donup kalmıştım.

-İyi de sen istedin diye verdim ben. Yoksa ben ne tanırım senin kocanı?

Ne desem nafile idi. Çocuklukta insanların ne kadar dürüst oluşu gelmişti aklıma. Ben ki, o çocuk halimle bile onları idrak etmişken, şimdi şu yetişkin halimde düştüğüm duruma bakıyordum. Küçük kasabalar şehirleşmiş, şehirler devleşmiş, o kestane kokulu küçük odaların yerini süslü salonlar almış, iki katlı ahşap evler gidip göz alıcı villalar dikilmişti yerlerine. Kaç evde laflar kesilmeden, neşeli sohbetler yapılıyordu ki? Bilgisayarlar, çeşit çeşit oyuncaklar gündemdeydi artık. Yemek sonrası yapılan sohbetler nerelere gitmişti? Artık, dışardan bakıldığında süslü püslü apartmanlar, lüks otomobiller, pahalı mobilyalar ve sokakta bile birbirini görmemiş gibi yapan birçok akraba ya da komşu vardı. Her şey modernleşmiş, çoğu insanlar yapay olmuştu.

Ses kulaklarımda yankılanıyordu!

-Bana mı verdin? Bileziklerini bana mı verdin? Bana mı verdin?