Müezzin yanık sesiyle sabah ezanını okuduğunda ben çoktan kalkmıştım...Gece boyunca cama vuran yağmur damlaları şiddetini hiç hafifletmeden sicim gibi yağmaya devam ediyordu.

Nisan ayı olmasına rağmen tam türüs ısınmayan havalar nedeniyle sobayı harlatmaya ve bu sayede bir nebze olsun iliklerimize bayram yaptırmaya devam ediyorduk.

Bendeniz gürül gürül yanan sobadan evin tavanına daireler çizerek yansıyan ışığa bakışlarımı yaslayıp uzaklara çoookkkk uzaklara doğru dalıp gitmeyi pek severdim.

Sıcacık yatağın içinde yorganı üstüme çekerek geçmişi bugüne, bugünü yarına iliklerim de şu dünyada bu anı yaşamanın verdiği hazzı hiçbir şeyde bulamadığımı itiraf ederim kendi kendime...



Öyle sanıyorum seher vakti dediğimiz günün bu en ulvi saati de sırf bunun için yaratılmış olsa gerek... Büyüklerden işitirdim Cenab-ı Hakk, kendisine dualarla yakaran hiçbir kulunu geri çevirmez ve her bir duayı kabul edermiş... Kimbilir kaç kez Allah'a açtım ellerimi seher vaktinde... Kimbilir kaç duam kabul oldu ve ben ne vakit farkına varacağım? Hepsi bir tarafa acaba ben görebilecek gönle sahip miyim? Kafamda deli sorular...

Lafı fazla gezdirmeyelim en iyisi...Ne diyordum? Saate baktım, akrep ile yelkovan bugün yine muzurluk peşinde yerinde duramıyordu... Yorganı üstümden çekiştire çekiştire beni uyandırıyordu sanki.

İstemeye istemeye yataktan doğruluyorum. Vakit geçmeden sabah namazını eda etmek üzere abdestimi alıyorum. Suya cemre düşeli hayli zaman oldu olmasına ya suyun maşallahı var hâlâ buz gibi mübarek.

Soğuk sudan biran önce kurtulayım diye bir çırpıda abdesti aldıktan sonra rahmetlik anamın evde kullanılmayan kumaşları kesip biçerek hazırladığı seccadeyi kıbleye doğru uzatarak namazımı kılıyorum.

Seher vakti duamı da ederek namazı bitiriyorum... İş saati yaklaşıyor. Sobanın üstüne koyduğum sıcak suyla çayı demliyorum.  Biraz zeytin, biraz peynir, biraz reçel ve bir parça ekmeği sofraya koyup kahvaltı ediyorum.

*                    *                *

Çok değil şunun şurasında 2 yıl kadar önce rahmetli anacığım hazırlardı kahvaltıyı. Babam Rıza Çavuş Rumeli'de Bulgarlara karşı verilen varoluş mücadelesinde şehit düşeliden beri anam, nice zorluklara kahramanca göğüs gererek, yemeyip yedirerek, giymeyip giydirerek büyüttü beni.

O benim daima yüzünde nur ışıldayan, kar beyazı baş örtüsü ile melek Sakinemdi. Bendeniz ise onun haylaz Seyit'i.

1942'de Bulgaristan'da kaç asır sinesinde yaşadığımız ata toprağı Ahi Baba Köyü'nden gözümün nuru Anadolu'ya göç ettiğimizde nemiz var nemiz yok hep ardımızda bırakmıştık.

Hoş, hiçbir şeyimiz de yoktu ya zaten. Babam şahadet şerbetini içtiğinde anacığım haylaz Seyit'ine bakabilmek, onu okutup büyük adam edebilmek için elde avuçta ne varsa satmıştı.

1942'de Ekim Ayında Bursa'da amcamgillerin yanına yerleştiğimizde yanımızda ancak canımız ile imanımızı getirebilmiştik.

Rahmetli anam ve babam ihlas sahibi insanlardı. Babam atadan dededen görme dini eğitimle pek mutaassıp bir insandı. Alnı secdeden kalkmaz, doğuştan abdestli derler ya babam öyle biriydi işte. Lakin yobaz da değildi. Hiç kimseye karşı ön yargısı yoktu.

'İnsan' derdi 'insan var ya işte insanı seversen kendini de seversin'... Şehit düştüğünde 2 yaşındaymışım. Dolayısıyla silik de olsa bir hatıram yok babama dair. Bir kerecik olsa sarılıp koklasaydım, kokusunu içime çekeydim de yıllarca o kokunun varlığı ile hayata karşı dik durabilseydim. Anamla bir başımıza kaldığımızda anlıyorum baba demek her şey demekmiş. Ne yazık ondan geriye birkaç eski fotoğraf kaldı. Ben daha 1 yaşlarındayken ailecek çekildiğimiz bir tanesi var ki yıllardır ayırmıyorum yanımdan...Zamana dayanamayıp sararmaya başlayan fotoğrafa bakıp bakıp göğsüme dayıyor aile olmanın hasretini bir nebze olsun dindiriyordum...

                                                         *                    *                *

Anam garip anam, çilekeş anam...Nur yüzlü, tatlı sözlü melek anam...Ah evladı için gecesini gündüzüne katan Sakine Kadın...Yoksulluğu iliklerimize kadar yaşarken iyi bir tahsili olsun diye ele güne temizliğe giderek şu garip Seyit’i için canla başla çalışan fedakar kadın. Sen olmasan ne yapardım. Nasıl katlanırdım bunca yoksulluğa.

Bursa’ya geleli 20 yıl oldu. Dile kolay 20 yıl. Bu satırları yazarken 25 yaşındayım. Üniversite Hukuk Fakültesi’nde son sınıf okuyorum. Anamı toprağa vereli ise 2 yıl oldu. 86 yaşındaydı fukara. Yıllarca içerisinde o amansız hastalığı büyütmüş de onca çilenin, derdin ve sefaletin ortasında haberim bile olmamış veya söylememiş bana. Bilirdi ya öğrendiğim de, tahsilimi bırakır bir işe girer şifa bulması için canımı bile verirdim. Öğrenişim de tesadüfen oldu zaten. Hiç unutmuyorum 2 Aralık 1959 Salı günüydü. Okuldan eve gelmiştim. Anam kapı komşumuz Seher Teyze ile konuşuyordu. Sesinde matem havası vardı. Kapıya usulca yaklaştım da kulak kesildim. Anlatıyordu anam:

Ah Seher… Bizim deli oğlandan habersiz gittim de doktora pek ömür biçmediler bana. Bir yıl ya yaşar ya yaşamazmışım. Ömrü veren Allah ya öleceğimiz günü de bilen odur elbet. Söylemedim, söyleyemedim Seyit’e. Yoksa inan olsun bırakır okulu bana yetişmeye çalışır. Oysa ben onun okuyum büyük adam olmasını istiyorum he Seher. Aman kardeşlik duymasın emi. Bir sen bir ben bilelim.

Başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüştü. 18 yıl mutlu mesut yaşadığımız iki göz odalı şu ev o an bana mezar olmuştu. O an canım oracıkta çıkıverseydi de duymasaydım keşke. Keşke ondan önce benim canımı alaydı Rabbim de anamı ellerimle toprağa vermeyeydim.

Anam benim her şeyi bildiğimden habersiz mutfakta akşam yemeğini hazırlıyordu. Usulca yaklaştım. Sarılıp gözlerim akarcasına ağlamak ‘neden, neden söylemedin ana’ demek istedim. Ne bileyim yapamadım. O böyle olmasını istediği için, belki o benim bilmememden daha mutlu olacağı için söylemedim belki de. Bir şeyler boğazıma düğümledi kelimeleri.

Beni fark ettiğinde ‘Bugün okulun nasıl gitti bakalım Seyit’im..Allah’ın izniyle avukat çıkmana da az kaldı’ deyiverdi. O kadar masum, o kadar mesut duruyordu ki ondaki bu saadeti hiç bozmadan ‘iyi anam çok iyi. Allah nasip ederse oğlunun avukat olduğunu göreceksin pek yakında’ dedim. Hafif bir yutkunmayla ‘İnşallah’ dedi.

Anam çok metanetli çok inançlı bir kadındı. Babası, yani dedem  Molla Tayyar’ın tedrisatından geçmiş. Anlatırdı da pek ilim irfan sahibi, pek mübarek bir zatmış. Yoksulun, garibanın dert babasıymış. Elde ne varsa ihtiyaç sahipleriyle paylaşır, etrafında yoksa bile diyar diyar arar bulurmuş. Kimsenin kalbini kırmak istemez, kalp kıranlara da Yunus Emre’nin; “Bir gez gönül yıktın ise, kıldığın namaz değil, Yetmiş iki millet dahi, elin yüzün yumaz değil” dizelerini hatırlatırmış. 'Ana' derdim 'sen her halde babana çekmişsin.'

Devamı haftaya…..